Osmanlı’nın XIX. Yüzyıldaki Son Zaferi: 1897 Osmanlı – Yunan Savaşı
Kasım 20, 2016
Kasım 20, 2016
Her nedense, 19. yüzyılın son yıllarında Osmanlı’nın Yunanistan’la yaptığı ve kazandığı savaş tarih kitaplarımızda fazlaca yer bulmaz ve önemsenmez. Bunda başlıca sebep, Yunanistan’ın “küçük bir devlet” olarak görülmesi ve bu küçük devlete karşı elde edilen bir zaferin önemsenmeye değer bulunmayışı olsa da, büyük yıkıma sebep olan 93 harbi (1877-78) sonrasında, hem ordunun hem de yöneticilerin nispeten yüzünü güldüren Osmanlı-Yunan savaşı, hatırlanmaya ve üzerinde durulmaya değer bir olaydır.
Bu savaşın çıkmasında, şüphesiz ki on yıl öncesindeki Rus harbinin ve dolayısıyla bölgede hâkimiyet tesis etmek isteyen Rusya’nın girişimleri ve tahrikleri önemli rol oynamıştır.
Osmanlı’da yaşayan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiği hususunda Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde tek taraflı bir kamuoyu oluşmuştu. Üzerine, Rusların Balkanlardaki genişleme siyaseti ile Romanya ve Bulgaristan’ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımı da eklenmişti.
Bu gelişmeler doğrultusunda 1877-1878 yılında Osmanlı- Rus savaşı patlak vermişti. Bir diğer adıyla 93 Harbi olarak da bildiğimiz bu savaş bir yıl kadar sürdü. Osmanlı’nın savaştaki politikası savunma üzerineydi. Lakin Osmanlı’nın savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış ve İstanbul’a yaklaşmışlardı. Bu durum Osmanlı’nın varlığını tehdit ediyordu. Savaş öncesi ve sonrası gelişmeleri ve yaşananları bir adım uzaktan seyreden Avrupa Devletleri araya girdiler.[1] Önce Osmanlı ile Rus arasında 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalandı.
Ayastefanos Antlaşması maddeleri;
- Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlık kazanacak.
- Büyük Bulgar Prensliği kurulacak.
- Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
- Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubeyazıt ve Eleşkirt Rusya’ya verilecek.
- Girit ve Ermenistan’da ıslahatlar yapılacak.
- Tesalya Yunanistan’a bırakılacak.
- Osmanlı Devleti, Rusya’ya savaş tazminatı ödeyecek.
İdi. Daha sonra Avrupa Devletlerinin tekrardan araya girmesiyle 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması imzalandı. Berlin Antlaşması’nda ise;
- Doğu Rumeli, Bosna- Hersek imtiyazlı vilayet haline geldi.
- Bulgaristan Prensliği kuruldu.
- Kıbrıs, İngiltere’ye kiralandı.
- Niş, Sırbistan’a, Tesalya Yunanistan’a, Dobruca Romanya’ya bırakıldı.
- Rusya’ya ise Kars, Ardahan, Artvin ve Batum bırakıldı.[2]
Rusya, Berlin antlaşması ile beklediğinden daha az yarar görmüştür. Osmanlı açısından bakıldığında ise, Ayastefanos Antlaşmasının ağır şartları -İngiltere’nin de kendi çıkarlarını düşünüp ağırlığını koyması neticesinde- Berlin Antlaşması ile bir nebze olsun hafiflemişti. Üçüncü bir taraftan bakacak olursak, her iki antlaşmadan da kârlı çıkan bazı Balkan Devletleridir. Yunanistan da bunlardan biridir.
1829’da Osmanlı ile Rusya tarafları arasında imzalanan Edirne antlaşması ile Yunanistan’ın kurulması kararlaştırılmıştır. Birçok insan Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı tarih olarak bu antlaşmanın tarihini veriyorken, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı esas tarih Şubat 1830’da imzalanan Londra antlaşmasıdır.
Öncesinde Yunanistan’ın Osmanlı’dan kopması, üzerine 93 Harbinin de gelmesi Osmanlı’da ağır tahribata neden olmuştu. Savaşların neticeleri ve özellikle Balkanlardaki “çözülme” Osmanlı’yı fazlasıyla sarsmıştı. Osmanlı’nın son durumunu yakından gözlemleyen devletlerden biri olan Yunanistan, kazandığı bağımsızlıkla yetinmek istemiyordu.
Takvimler 1897 yılını gösteriyordu…
Her dönemde olduğu gibi o dönemde de Osmanlı toprakları üzerinde çıkar hesapları olan devletler vardı. Ruslar, Balkanlarda milliyetçilik söylemlerini sesli şekilde dile getiriyor, İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki topraklarından kendilerine pay koparmayı arzuluyorlardı. Yunanlılar ise Tesalya ve Girit ile yetinmeyip Epir, Trakya ve Makedonya’yı elde etmeyi düşünüyorlardı.
1881 yılında imzalanmış olan Berlin antlaşması ile Yunanlılar, arkasında daim destekçileri olan büyük devletlerin omuzlamasıyla, Tesalya’nın tamamını ve Epir bölgelerinin bir kısmını ele geçirdiler. Yunanlıların esas arzuları Girit adasını almaktı.
1821’den sonra Osmanlı Devleti, Tepedelenli Ali Paşa isyanı ile meşgul olduğu bir sırada Mora ve civarında başlayan isyana Temmuz 1821’de İsfakya ve Hanya Rumları da katılmış ve böylece Girit’teki Osmanlı hâkimiyetine karşı ilk isyan patlak vermişti.[3] Girit adasındaki Rumlar, Osmanlı Devleti’nin hoşgörü politikasına rağmen 1828’den itibaren asayişsizlik ve isyan hareketlerini de artırmıştı. 1895’te Karatedori Paşa’nın Girit’e vali olarak atanması kararlaştırılmış, bu atamanın sonraki günlerde yeni çatışmalar yaşatacağı yönünde görüşler de dillendirilmeye başlanmıştı.
Yunanistan’ın tahrik politikası ve göstermiş olduğu tutum, Osmanlı idaresinden rahatsızlık duyan Girit Rumlarını da harekete geçirmiş ve 1896 yılında Kandiye ve Hanya’da yeni bir isyanın çıkmasına sebebiyet vermişti.[4]
Yunanistan, emelleri doğrultusunda adada başlatılan başkaldırıları da fiilen desteklemiştir. Sayıları rivayete göre dokuz bini geçkin Yunan gönüllüsü adaya çıkarılmış ve bu gönüllüler adadaki Türk köylerini ateşe vererek yıldırma politikası uygulamışlardır. Bunun üzerine İngiltere, Fransa, Avusturya ve İtalya gibi büyük devletler, durumun vahametini kavrayan Osmanlı’nın daveti üzerine Girit’i muhasara edip şehirlerdeki idareyi aralarında bölüşerek ele aldılar.
Birbiri ardına yaşanan Osmanlı’nın sona doğru hızla gittiğini gösteren bu gelişmelerden sonra Yunan hükümeti, emellerine ulaşmak için Osmanlı’ya harp ilan etme kararı aldı. Hükümetin aldıkları bu kararın arkasında, Etnik-i Eterya cemiyetinin baskısı olduğu da söylenebilir. Birçokları tarafından Yunanlıların aldıkları bu harp kararı bir “zar atma” örneğine benzetilse de, bu görüş tam anlamıyla doğru değildir. Sebebi ise, Yunanlılar elindeki gücün belki de tamamını kullanarak Osmanlı’ya diş geçirmeye çalışacaklardı. Bunun ne denli zor olduğunun da farkındaydılar. Olası bir galip gelme durumunda hedeflerine ulaşmış, arzuladıklarına erişmiş olacaklardı. Diğer bir ihtimale göre ise, mağlup olma durumunda her daim destekçileri olan, ne yaparsa yapsın hatasının üzerini kapatan ve telafi eden büyük devletlerin araya gireceğini biliyorlardı. Yani herhalükarda Yunanlılar zarar görmeyecekti. Bu yüzdendir ki, Yunan hükümetinin aldığı bu harp kararı bir “zar atma” hadisesinden başka bir şeydi.
Osmanlı ile harbe girmeyi göze alan Yunan hükümeti, desteklediği Rum çeteleri vasıtasıyla 1897 yılının Mart ayından sonra sınır ihlalleri yapmaya başladılar. Yunanlılar bununla da yetinmeyip Osmanlı’yı kışkırtmak için çeşitli hamleler yaptılar. Osmanlı her defasında hadiselere sabır ile yaklaştı fakat geri planda da kendisine takınılan bu düşmanca tavra verecekleri karşılık için hazırlıklara başlamışlardı.
Dönemin padişahı II. Abdülhamid gelişmeleri yakından takip etmekteydi. Yaşanan hadiseleri enine boyuna düşünerek en doğru karşılığı vermeyi amaçlıyordu. Bu vesileyle Alasonya Ordusu Komutanı Müşir Ethem Paşa’ya gerekli emirleri verdi. Yunanlılar rahat durmadıkları için, Yunan çeteleri ile hudut çarpışmaları da yaşanmaktaydı.
17 Nisan 1897 de Padişah II. Abdülhamid, Serasker Rıza Paşa ile de görüşerek Yunanistan’a harp ilan etti ve Osmanlı’nın Atina elçisi Asım Bey de Yunan Dışişleri Bakanlığına ilişkilerin kesildiğini resmen bildirdi.
Çok çetin bir savaş oldu; Milano, Çatalca-Velestin, Dömeke, Epir muharebeleri yapıldı ve savaş alışılmışın dışında bir ay gibi kısa zamanda Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlandı.[5] Osmanlı’nın kazandığı bu zafer o dönem kendilerine “Hasta Adam” diyenleri şaşkınlığa uğratmış, Türk’ün pes etmeyeceğini tüm dünya devletlerinin akıllarına bir kez daha kazımıştı.
Harp meydanında kazanılan bu zafer, çok defa olduğu gibi maalesef ki masa başında aleyhimize sonuçlanmıştı. Savaş esnasında bir diplomasi başarısı olarak Büyük Devletlerin tarafsız kalması sağlanmış fakat barış görüşmeleri sırasında aynı tarafsızlık söz konusu olmamıştı. Başka bir ifade ile askeri alandaki galibiyet, siyaset sahnesine aksettirilememişti.[6]
18 Nisan 1897 de başlayan, 19 Mayıs 1897 de biten harbin sonucunda Osmanlı ile Yunanistan arasında 20 Eylül 1897’de imzalanan İstanbul Antlaşması ile son bulmuştu. Şurası bir gerçekti ki, her ne kadar küçük bir devlete karşı da olsa, kazanılan bu savaşın neticesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki son zaferini kazanması oldu.
0 yorum: